Yıllardır Paris’te yaşayan, orta yaşın eşiğindeki bir kadın genç bir adama tutulur ve bu aşka, hayal kırıklıklarıyla dolu bir geçmişin telafisi gibi sarılır. Fakat bu, tazeliği kutsayan bir dünyayı anlamak için büyük bir mücadeleye girişmek de demektir. Bir kadının benliğinde ve bedeninde yol alan yaşlılığın izini süren İdil Başural, edebiyatımızda iz bırakacak başka eserlerinin habercisi sayılabilecek yetkin bir ilk romanla çalıyor okurun kapısını: Dünyaya kafa tutar gibi yaşanan zehirli bir ilişkinin gölgesinde, zaman denen kara deliğe ve kendi yüzüne bakmaya cüret eden bir kahramanın aynasından yansıyanlar var Soytarı’da.
“Daha kaç ben olacaktım acaba kendimi bulmak için? Kaç ben’den daha böyle korkarak, iğrenerek, acıyarak kaçmak zorunda kalacaktım? Artık bir şeylerin değişmesi gerekiyor, dedim içimden. Bu sefer bütün sorumluluğu üzerime alacak, bir soytarının bizzat yarattığı o felaket tablosundan hiçbir bedel ödemeden çıkmasına müsaade etmeyecektim. Belki de hayatımda ilk defa kendimi savunacak, benliğime sahip çıkacaktım.”