Bakır çemberli lambanın ışığına tutarak okuduğum, Doktor Nüzhet Süleyman Bey’in Hüsrev Bey’e yazdığı bu uzun mektubu; karşımda boş bir cephane sandığı üzerinde oturan bölük emini Hüsrev Efendi’ye verdim:
— Bu mektup, size yazılmış, değil mi Hüsrev Efendi?
Bölük emini, dolgun kesik beyaz bıyıklarını hafif hafif koparır gibi çekiyordu, gözlerini yumdu:
— Evet, Mahmut Bey!
Karşımda, boş bir cephane sandığı üzerinde oturan, dolgun kesik beyaz bıyıklı, beyaz saçlı, geniş omuzlu bölük emini Hüsrev Efendi, vaktiyle sefaret kâtipliklerinde bulunmuş, İstanbul’un zengin kibar toplantılarında tanınmış Hüsrev Bey’di.
Şimdi, şu satırları yazarken, ben de itiraf edeyim, ihtiyat siperlerin gerisindeki bu yerde, bölük emini Hüsrev Efendi ile karşı karşıya oturan subay Mahmut Efendi de bendim!
O zaman ne hikâye, ne roman yazardım, ne de yazacağım hatırıma gelirdi. İsmim Mahmut Yesari değildi, Mahmut Esat'tı.
Aradan yirmi seneye yakın bir zaman geçti. Hatta savaşın biraz gerisine, siperlere gönderileceğimiz geceden bir gece evvel, bana tevdi edilen bu sırrı, yirmi sene sakladım.
Artık bu olayın, bugün ne şahidi ne de kahramanı var.
Peki, Hüsrev Bey, niçin bu sırrı bana açıklamıştı? Acaba, günün birinde yayınlanacağı mı ummuştu…